Subscribe Us

header ads

Tekke Aleviliği – İctimai Alevilik

TEKKE ALEVİLİĞİ – İÇTİMAİ ALEVİLİK
Baha SAİD
Türkiye’de mezhebi zümrelerin sureti teşkilini tedkik etmek, Türkiye cemiyeti için esaslı ve milli bir vazife olduğuna kani olmayan var mı bilmem?
Cumhuriyet Türkiye’si aksay-ı hududları içinde yaşayan öyle zümrelerimiz var ki, bunları, hıristiyan cemaatları, kendi muhtedileri diye kaydetmekde bir beis görmüyor.
Mesela Kargın, Avşar, Tahtacı, Çepni Alevileri mütekasif bir cemiyet teşkil ettikleri halde umumiyetle Ortodoks-Rumların Türkleştirilmiş zümreleri diye telakki edildi. Dersim, Kiğı, Tercan, Bayburd, Iğdır… ilah Alevileri de Ermeni nüfus mukayyedesinde birer zemime idi.
Bilhassa Protestan misyoner ahsaiyatı, mütarekeden sonra, bunları neşrediyordu.
Merzifon Amerikan Koleji’nde tutulan gizli Pontus vesaiki de isbad etti ki: hıristiyan ekalliyetleri, bu Alevi zümrelerini de hıristiyan asmanı diye göstermekle Avrupa kafalarını şişirmesi ve buna muvaffak olması tedkike sayan bir ibret hadisesi idi. O zaman bu davaya elimden geldiği kadar mukabele edebilmek için neşriyata başlamıştım fakat meşum kafalı, düşman Reşad ve müzayedeci bir mecmua, ihtimal sarayın arzusuyla, acı bir mukabelede bulundu. Hemen hemen şöyle dedi: “Yıkılan Türk Ocağı’nın dinsiz çocukları şimdi de Kızılbaşlık propagandası yapıyor.” Daha bir sürü sebeb ve sitem ve telin ve tekfirler!…
Ertesi gün sansür yazılarıma mani oldu. Ve artık yeni Türkiye’nin temelleri görülürken bütün alen, bütün hakikat süngünün ucunda parlıyordu ve Türk kavmi safsata ve hezeyana bile mantıkı ile değil yumrukla cevab verecekdi, verdi.
Artık biz bizeyiz.
Ve zannederim kendimizi bilmek için çalışabiliriz. Güneş ilinden hilal ülkesine; Kamçatka’dan Tunay kaynağına kadar yeryüzünde yaşayan Türk yurdunun gün sancağını bağrında saklayan Türk Ocağı, kendi ışığıyla hakikatleri görecektir. Türk Ocağı’nın söndüğünü görmek isteyen gözler söndü, yıkıldığını dileyen vücudlar yıkıldı, ve ocak parladı.
Zaten böyle olacaktı ve oldu. Şimdi biz bizeyiz.
İçimizde Ali adına ant içmiş, bel bağlamış canlar, iller var. Biraz onları da düşünelim. Fakat düşünmek için bilmek lazım. Gayemiz işte budur. Ana yurdumuzun haritasına göz gezdirelim ve kalemimizin ucuyla bütün silsilelerini çizelim. Bu dağlarda yaşayan Oğuz Türkü ekseriyetle Ali-i dost ’dur. Biz, onlara şöylece Kızılbaş der, geçeriz; sonra serada görürüz, işte bu dostlardan bahsedeceğim. İsterim ki ne yar gücensin ne ağyar, yalnız birbirimizi bilelim ve tanıyalım. Mesela; Çepni boyundan Oğuz Türkü Kızılbaş Ali Çavuş bilsin ki, Kütahya’nın Alayund’lu Oğuz Türkü Osman Çavuş’la kan, can kardeşidir. Kargın Türkmen’i Hüseyin Çavuş’ta Bigalı Ömer Onbaşı’nın kan, can kardeşidir. İkisi de bir Türk, bir arslan yavrusu. Osman Çavuş’la Ömer Çavuş mavzerini düşmanın iki kaşının ortasına nişan alırken Ali ve Hüseyin Çavuş’lar “Yezid’in düşmanı dostumdur!” diye havaya çakmasın! Ordu da, devlet de bu iki arslan yavrusu Türkündür.
İstenir ki Kızılbaş obasına yolu uğrayan Yörük düşman pususuna düşmüş gibi ürkmesin. Akkavaklı köye yolu düşen Kızılbaş da Yezid! eline düşmüş mazlum gibi titremesin.
Hem bunlara, şimdi olduğu gibi evvelden de sebep yoktur. Fakat Türk için; Türk olmayan türedi dönmeler iare ederken ancak böyle tefrika ve nifaktan hoşlanırdı. Şimdi o da kalmadı.
Şimdi yeni Türkiye, Cumhuriyet Türkiye’si ancak Türk Birliği ile yaşayacakdır. Ve artık Alevi-Sünni münazarası halifelerle mezara gömülmüş bir efsane, bir masal oldu.
Ben şimdi Kızılbaş dostlarımdan bahsedeceğim. İyiliklerini de, kötülüklerini de açıkça söyleyeceğim, lakin hatır için söylemeyeceğim. Onların dertleri varsa dermanları da bulunur. Zaten biri bilinmeyince öteki bulunmaz.
KIZILBAŞLIK
Resmi İmparatorluk Türkiye’si sünni mezheb idi. Mahkemede kadılar mezheb-i Hanefi üzerine icra-i hüküm edecekti. Fakat İslamiyetde mezheb yokdu. Amelde itikad! vardı ve bu itikadı içtihad eden de yine insanlardı.
Resmi imparatorluğun Yeniçerisi Hacı Bektaş köçekleri idi. Kara posta el vermiş, Ali’ye iman etmiş; Hak yoluna can-baş koymuş erenlerdi.
Türk orduları, büyük bir satvet ve intizam ile cihangir oluyordu. Bunun sırrı ne idi? Ordunun ise: itikadı şahım, imanım Ali! idi.
Yıldırım Bayezid’e kadar Türk ordusu böyle muhteşem ve yılmaz bir kudretdi. Bu kudreti nefheden sihirengiz nehir ne idi?
Bu son suale cevab verebilmek için biraz Türk tarih-i edebiyatını araştırmak lazımdır, fikrindeyim. Türkiye’de Alevilik cereyanını takviye eden kudret milli edebiyat olduğuna inandığım için böyle başlamak mecburiyetindeyim. Bu başlangıcı nereden ve nasıl intihab etmek lazım? Bu daha şumüllü suale cevab içinde umum Türk tarih-i edebiyatını hazıran tedkik etmek lazım ve bu ise sadedimiz haricinde kalıyor.
SELÇUK DEVLETİ’NİN SURETİ TEVZİİ
Türk töresinde Oğuz sol kolu ileri yürüyüşde ihtiyat ve idarede, geri yürüyüşde, demdar ve muharebede bulunacakdı. Bozok umumi ismiyle anılan sol kolun alelkesir huzurda içtimai ile alakadar olması lazımdı. Çünkü Türk ordusu Çin çidlerinden uzaklaşdıkça nadiren ricat etmiş ve hatta böyle bir hadise sureti mutallekada tesbit de edilemezdi. Oğuz töresinin bu kanun-u esasisine göre sol kol, yani Bozok’lu daima geride ve ihtiyad da idare-i inzibat işlerinde kalıyordu. Fakat sağ kol yani Üçoklular pişdarda ve daima düşmanla temasda idi. Kumanda ve uç onlarda idiler.
Bu töre ve yasaya göre Selçuk devletini ve beğler kurultayını münakaşa edelim.
KURULTAY
Sağ ve sol beğleri yani Üçok ve Bozok beğleri, başbuğlar, kumandanlar, ulema ve ağyan-ı memleketten mürekkeb umumi bir içtima. Han ve hatun müştereken mevki-i riyasetde. Buyruk ve yarlıglar kurultayın kararıyla Hanım ve Hanın sol ve sağ ellerinin ayalarının kırmızı damgası ile tuğralanır. İşte Türk töresinin resmi fermanı böyle olurdu.
Her boy beyi, kendi soyu içindeki tecrübeli ve fikirli adamların re-i istişaresiyle {197} harekete mecbur olduğuna göre, kurultaya giden boy yeni mevzu-u müzakere üzerinde boy ve ilin efkarı umumiyesini temsil edecekdi. Şu suretle Oğuz Beyleri’nin kurultayı bir nevi şuray-ı milli mahiyetini haiz Büyük Millet Meclisi idi.
Oğuz töresinin bir maddesine göre Kayıhanlıdan sonra Bayındırlı reskarde bulunacak. O da bulunmazsa sol kola yani Bozokluya beylik geçecekdi. Görülüyor ki törenin esası hal-i harb nizamı ve icabıdır. Kıdemliye itaat!
Osmanlı tarihindeki karanlık bir noktayı da bu netice ile tenvir edebiliriz:
ALEMET-İ HAKİMİYYET
Bayundurluların Osmanlılara uzun boylu isyan ve mukavemeti gibi.
Şimdi Selçuk devletinin suret-i tevziini izah edelim:
Horasan’da tesis eden Topakoğlu Salçuk’un devleti Oğuz Bozoklu ve Kınık boyundan idi. Gaznelilerin kozmopolit Kölemen hükümetine her Türk ili itaat edemezdi. Soyu sopu belirsiz, kölelikten türeme bir hükümet reisi nede olsa yedi göbekli, adı sanı belli bir Türk neferine kumanda edemezdi. O zamanda Çin hilesi töreli, büyük Türk hakanlığı anarşi içinde bırakmışlardı. Batıdan garblar, doğudan Çinliler bu ezeli Türk düşmanları, fırsat bu fırsat deye Türkü sağdan soldan ok yaylımına tutmuşdu. Gazne köleleri garb bayrağı altında Hind’e, İran’a hakim oldu. Dilli Türkü dilsiz yapdı. Bir Şahname yazdırdı. Bin yalan düzdürdü. Turan’ı alçaltdı, İran’ı yüceltdi. Bunları garb bayrağı altında Türk kaygısına yaslanarak yaptı. İhtiyar Salçuk bu töre piçlerine kızdı. Kınık tuğunu kaldırdı. Oğuz töresini açdı. Merd Türkler bu sesin etrafına toplandı. Derhal bir Oğuz Beyliği türedi. Şehname’nin kalemi ile yücelen İran’ı, Turan’ın kılıcıyla alçaltdı.
Oğuz boyu yürüdü. Töreci Oğuz Boyu yürüdükçe garb bayrağının gölgesi uzanıyordu. Yorgun Oğuz Boyu bu gölgede uyudu. Uyandığı vakit etrafını hilekar, zeki garb; uyuşuk ve tekapucu Fars almıştı. Birisi cerar ötekisi riyakar idi. Yorgun Oğuz Boyu töreyi savsakladı; Alp Arslan idare edeceği adamların yordamını güdecekdi. Belki Alp Arslan’ın yordamını beğenmeyen Oğuzlardan uç çıkardı. Ruma saldı. Gazne köleleri gibi Türk beyzadeleri de yeni illerin, yeni fütuhatların sırrını çabuk kavradı. İslam davasında garbin zaferini, İran’ın fikrini taşıdı.
Ruma geçen başbuğluk, İsfehan ve Rey’de kalan beylerden başka düşündü. Orada İran siyasetine esir olan Hanlık yerine burada Oğuz töresinin Kurultayına tabii bir başbuğluk kurdu.
Ağa ve ini törede başlıca müstakil bir madde idi. İran siyasetinin, Bizans dinayetinin faciası olan kardeş katilliği yokdu.
Rum Selçukları, töresinin asalet-i milliyesine ve kurultayın rey’ine itbaale derhal milli inkişayı temin etdi. Ta Bizans’a kadar Selçuk orduları yürüdü.
Şimdi Avrupa’nın cehl ve taassub ejderi ateş ve kan fışkırmağa başladı. İran Selçuklarını kemiren Fars Siyasetnamesi orada yine kalmak ced intikamını teyid etdi. Türk kılıncının suyunu, siyaset kaleminin mürekkebi bozdu. Büyük istinad noktası batıya Anadolu ortasına döndü.
İsfahan merkezinin kemirici tufeylileri İran’ın düşdüğü anarşiden canlarını kurtarmağa ve alıştıkları gibi hazır lokmaya konmak içün Konya’ya üşüşmeye başladı.
Gazne’nin inkirazını hazırlayan Farslık İran Türklerini de çürüttü. Nihayet Anadolu Türklerine geldi yapıştı.
Toğakoğlu Selçuk’un torunları Konya’da Keykubad, Keyhüsrev olmağa başladı. Gazne kölelerinin Türk hükümeti gibi kendi, milletinin beynindeki dalı baltalamıştı.
Garbın efna ettiği Fars ve Farslık; Türk kılıncının gölgesinde, belini doğrultmuş ve sonra onun daima ciğerini emen, kanıyla yaşayan bir yılan olmuşdu.
Pomadalı, pudralı, zülüflü, uzun etekli, ipek elbiseli beğler türemeğe başladı. Dünkü neslin uç beyleri başlarında kırçıl tüylü, tunç renkli, gök demir toğulgalı, çelik kollu kumandanlar yerine bu ipek böceği gibi şehzadelerden bir şey anlamadı.
Turan birliğinin büyük ideali Çengiz, Tamuçin, doğudan dolu dizgin akın açdığı vakit, Rum Selçukide çürümüşdü.
Bunu çürüten şarktaki Gazne Türk hükümetini çürüten sebebin ayni idi. Orada Şehname muzaffer oldu. Burada da Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si muzaffer olmuştu.
Anadolu’da Oğuz töresinin yaşadığı o müstesna şehametli, milli devreyi Mesnevi’nin füsunkar ney’i nasıl eritdi, cidden düşünülecek bir meseledir.
KIRŞEHİR’DE MİLLİ İNTİBAH
Yedinci asr-ı hicri içinde Anadolu’nun ta ortasında iki mübarek ses yüceldi. Biri Aşık Paşaoğlu’nun Garibname’si öteki, Yunus Emre.
Yunus Emre’nin o sahlı mümtena, güzel Türkçesini hepimiz biliriz. Fakat Aşık Paşa’nın Garibname’si büsbütün başkadır. Onun Ahi Evran, Şeyh Süleyman Veli gibi yaran’ı bir cemaat teşkil ediyordu. Bunların hepsinin Kırşehri’nde şayan-ı hürmet abideleri vardır. Eserleri ele geçdiği hakkında bir malumat yoksa da Hacı Bektaş Meydanı’ndaki Vilayetname’de Ahi Evran’dan pek hürmetle bahsolunur.
Anlaşılıyor ki bu yaran’ın bir düşünceleri vardı ve o zaman Kırşehir’de elan enkazı bulunan bir de Cacebeg Medresesi bulunuyordu. Pek çok kuvvetle tahmin olunabilir ki çok kıymetli kitaphanesinin asarı ihmalen zayi edilen bu medrese, Konya’daki Karatay Medresesinin rakibi ve muhalifi idi. Karatay Medresesi Celaleddin ve Mesnevi’nin nüfuzu altında bulunurken Cacebey’de belki Aşıkpaşa ve yaranının tesiri altında idi ve öyle olması pek tabii idi. Çünkü Garibname bir davanın mahsuludur.
O, Farsi ve Arabi telkinatla beyinleri sersemlemiş zavallı Türklere acıyor. Onların idraklerini yükseltmek içun yegane çare: Her şeyi tarik-i dil ile bilmek ve söylemek olduğuna kanidir. İşte mukaddimesi manzumen bunu içtihad ettikten sonra başlıyor.

“Bak şu erzak-ı puş sufi çerhana”
deye Mevlevi ayinine ve ney’ine cidden güzel ve edibane bir nefretden sonra eline saz ve söz alıyor ve Türkün kafasına ancak saz ve sözün girebileceğini ima ediyor ve yüz destanat beni bundan sonra itmama muvaffak oluyor.
Filhakika Hacı Bektaş ayini kamilen Türk ve Türkçedir. Ayinin Türk olduğu bilahare isbat edilecektir. Türkçe olduğunu inkara hiç hacet yoktur. Çünke bir Arnavud, bir Girid’li, bir Yanya’lı, bir adalı ve hiç Türkçe bilmeyen bu zümrelerin gülbankları mutalleken Türkçedir. İşte yeniçeri ordusunun devşirme ordusunu Türkleştiren mekteb, bu esrarlı gülbank idi. Bu da gayri kabil-i inkardır.

Aşık Paşa ile Hacı Bektaş beş sene fasıla ile vefat etmiş, Hacı Bektaş az, Aşık Paşa ise altmıiüç sene yaşamıştır. Hiç şüphe edilemez ki Konya’da altı ay kadar Selçuk tahtına oturan Muhlis Paşa’nın zeki ve hassas oğlu babasının tahtından ferapat hüsnü, dedesinin mezheb müesseseliğini idrak ediyor. Bittabi hala Baba ünvanını taşıyan Bektaşi Erenlerinin mürşid-i azamı’da Kırşehir’e üç dört saat mesafede Sulucakaraoyuk’da otururken tesis-i münasebet etmemesi gayri mümkündü. Aşık Paşazade’de Hacı Bektaş’ın Kırşehir’e geldiğini kabul ediyor. Ne sebebi mebni ise kardeşi Menteş ile Kayseri’ye gitmiş ve orada Menteş vefat etmiş. Avdetinde Sulucakaraoyuk’da kalmıştır.

Velhasıl 650-750 arasındaki bir asırlık zaman Anadolu inkilab-ı millisinin pek şayan-ı dikkat devresidir. Selçukların inkirazı, Osmanlıların tesisi, Cengiz’in istilası hep bu arada olup bitiyor.
Selçukların son mezebzeb, ifrad derecede İran ve Bizanslaşmış fetret devrinde Kırşehir muhitinde, Ankara havalisinde Babai, Bektaşi, Ahiler ciddi bir mevcudiyet-i milliye göstermeye muvaffak olmuşlardır. Ekseriya bu havali kendi istiklal-i içtimai ve idareleri

Belki buna vaziyet-i coğrafya yardım etmişdir de. Her halde Amasya, Kırşehir, Enguri meselesinin sahası emniyet-i milliyye itibarıyla en çok sükun ve huzura malik olmuş bir mıntıkadır deye hüküm olunabilir.
Filhakika Aşık Paşa’nın ozan ve bahşi usulünü terennüm etmesi ve bunu takib eden Hatiboğlu’nun 812’de Makalatı Hacı Bektaşı Veliyyil Horasani namıyla manzum erenden Bektaşiliğin artık usuli bir suretde tesis etmiş olduğunu öğreniyor.

Fakat Aşık Paşa’nın sazı, Altay dağlarından, Ergenekon vadilerinden çıktığı aynı irade ve azimle Türk milletinin ruhunu tehyic edebiliyordu.
Türkiye ordularıyla, göçer evlerde, kasabalarda, kahvelerde, köylerde, serhadlerde, at belinde, düşman içinde, akında, baskında artık her yerde Aşık usulü saz; Türk milletinin ta ruhunun hareminde yaşayan bir heyecanın ebedi kaynağı oldu.
Zaten öyle oldu. Bütün Türk soylarının esatir-i ilhamlarının tercemanı kopuz değil mi? Onunla ilahi hükümler, saaded, bahis; server ve ilmi temsil ve terceme edilmedi mi?
Aşıklar, Babailer nihayet Bektaşiler heb-i milli’yi onunla yaratmak istediler. Belki bu isteyiş onlar için sivri değildi. Her halde emten bütün samim ruhuyla teranesini dinlediği ney değil saz’dı.
Eski ozan ve bahşilerin hüsn ve hayatı yeni Türk ittihadının yaratıcısı oluyordu demek, mübalağa olur mu bilmem?

Filhakika -çok şübheli inkarlara rağmen- Yeniçerinin tesisinde Hacı Bektaş’ın nefesi olduğu muhakkakdır ve bu nefesi üfürük addedenler, ihtimal çok hata edeceklerdir. Bunun hakikatini Aşık Paşa’nın terceme etdiğine şübhe yokdur: Türk Dili!.

Zaten uç beyleri -tabir-i marufunca: Gaziyanı Rum!- kozmopolit saray ruhundan tiksinmiş ve iğrenmiş bulunacakdı. Yeni Osmanlılık yaşanırken milli varlık umdesiyle temel kurulmuş olacak ki devlet dili Türkçe olmuş ve Selçuk Devleti dili olan Farisi kaldırılmışdı.

Artık Aşık Paşa, davasında muzaffer olmuş ve Türk dili yaşayacakdı. Fakad ne de olsa Aga ve İni göreneği vardı. Şark ağaları hala kozmopolit dilden kurtulamıyordu. Soy, revan Yunus İmre dili, Aşık Paşa dili kendi aşkani arasında zinde, hassas ve ciddi bir şiirle yaşadı… yaşadı…

Töresini, milletini seven Türk kozmopolitliğe ısınamadı. Garbın beynelmilel Türkün milli mefkuresi birleşemedi ve ilelebed de olamayacakdır. Onun için en töreci, en halis Türkler, Türkmenler, Yörükler ve en sonra en memur, en zeki mütehayyiç Türkler zevk hariti tadacak bir ocak aradıkları vakit onu Alevi tekkelerinde gördüler ve bildiler. Çünkü: oralarda milli azadlık! vardı.

Mesnevi’de Alevi idi. Fakad dili, sesi Farisi idi. Türk ondan zevk duymadı. Göçer evli Türkün parmak hesabı keskin duraklı imalesiz kafiyeleri, sureti Türkün seciyesine muvafık ve ahenkdar geliyordu. Emameli, ezik büzük farsi ve garb vezinlerinde ise, Türk ruhunu okşayacak bir selabet, zaten yokdu. Kendini hesn eden Türk tenazi ve beka kanununu cemiyetin asıl ruhuyla duyuyordu.

Nasıl ki bu hüsnün en yüksek misalini Şah İsmail Safevi en güzel şekilde isbat eder. O: müesses bir imparatorluğun temelini bir nefesde çürütdü. Yeni oniki imam nazariyesini eski sekiz imam nazariyesine karşı kuvvetli ve yeni heyecanla fakad Türk diliyle müdafaa etdi. Tuna serhadlerini aşan Türk ordularını esalharkelerinde sarsdı. Hatayi ünvanıyla yaşatdığı nefesleri bugün bile Anadolu Kızılbaşlarına baş eğdirmekdedir. O zaman, Yavuz gibi kahhar bir serdarla idare edilen bir ordu Yavuz’un bahkin kıymetli farsi hamasiyatını ne anlar, ne dinlerdi. Fakad Hatayi’nin, düşman başkumandanının nefesleriyle uyuşuyordu. Nihayet Yavuz kullandığı azamet irticaliyle düşmanı ezdi, mağlub etdi. Fakad manen mağlub oldu.

Sekiz imamcı Bektaşilik bir Sırp dönmesi Balım Sultan’ın irşadiyle, oniki imam teşkilatlı meydanını açdı.
Mücerredliği tesis ederek -bir nevi ruhbaniyet- yeni bir çığır açdı. Yavuz’un timsallerinde kullandığı görünen küpe, Bektaşi mücerred Babalarının küpesinden başka bir şey miydi acaba? Acaba Yavuz kendisini karakazana bel bağlayan ocaklının mürşid-i azamı mahiyetinde göstermek için mi bu küpeyi takdı?

Onun kulağına küpe takdıran herhalde Şah İsmail’in zafer-i manevisi idi. Buna şüphe yok; çünkü o Trabzon’dan ve yakından şarkı takib edebildi… Belki kulağına küpe olduktan sonra devletin selametini temin için Mısır’daki uydurma Fatımilerin hikayesini kendisine mal etdi ve Yavuz için bu bir ihtiyat manevrası olabilirdi. Fakat vahiya ki Türkiye için elim bir izmihlal sebebi oldu.

Artık Türkiye’de re’si ordu Aleviliği, Balım Sultan reformasyonu ile başladı. Lakin bundan içtimai Alevilik yine dokyab olmadı. Karakazan ocağında itizal başladı. Akdeniz kıyılarında yaşayan ve devlet siyasetinin usul ve edebine vakıf olmayan Türkler (şimdi biz onlara Tahtacı diyoruz.) İmam Musa Kazım koluna bakdılar. Orta Anadolu Türkleri; kah Rıza, kah Cafer; kah Hasan Askeri, kah onikinci imam Mehdi kollarına bağlandılar.
Resmen tesis eden tekke ile cemaat arasında anarşi başladı. Tekke oniki imamcı olduğu halde sekiz imam davacıları (elan mevcut olan ve kendilerine Hacı Bektaş ahfadı süsü veren) ocağın, karakazan’ın makriblerine baş okutdular. Hem onlar eski ayini idame ediyor mürşidler; mücerred olmakdan men ediyordu. Yeniçeri, ekseriye, mücerred olduğundan kendi ruesasının ebedi tecrid ikrarını hoş görürdü, fakat Türk cemaati bundan hoşlanmadı.

İşin içyüzüne gelince: Balım Sultan ayini tesis edinceye kadar ocağı idare eden zümre Hacı Bektaş namına, ona en emin hacetlerle karbiyat dava eden, evladına baş okutmayı farz telakki ediyordu.
Cumhuriyet Türkiye’sinde Kızılbaş Aleviler partiyi kazandı. Bektaşi tekkesinde nisbeten öyle.
Çünki Aleviler için Saltanat-ı Yezidiye kahr ve tenkid edilmiştir. Fakat vahf ki resmi Aleviyet ulviyeti bundan memnun olmakla beraber idealinden mahrumdur. O, halen, Mehdi’ye onikinci İmam-ı Gaib’in zuhuruna muntazardır. Zavallı Alevileri bu hülyada imha eden amalık yahudi ve hıristiyanlık nazariyesi olduğunu anlasalar ne kadar meyus olacaklardı. Yahudiler, İsa’ya muntazır… Ya Müslümanlar?
İşte Alevilerin bedbahtlığı gayelerinde başlıyor… Onun için esrarengiz Ali’nin sırrına vakıf olmadıkları için Aleviler bedbahttırlar.

Fakat onları Ali’ye istinat ettirenler büsbütün başka fikir, başka gaye için uğraşdılar. Bizim zavallı Kızılbaşlarımız, mateessüf bu hakikati idrakte müşkülat çekeceklerdir.

Türkün Alevi müesseselerinin en bariz gayesi Türkün dilini, soyunu, kanını korumakdır. Onlar buna maddeten muvafık oldular. Kızılbaşlar tamamıyle Türk kaldı. Hatta gayri Alevi diğer bir Türk ile evlenmedi. İki kadın almadı. Talak yapmadı. Teavun ve tesenadı bihakkın yapdı. “Benim malım, benim mülküm!” demedi. “Her şey ve herkes!” dedi. Dilini bozmadı. Mukaddes ocağa hürmet etdi. Dede, baba dedi, ihtiyarlara; bacı, kardeş dedi gençlere hürmet ve muhabbet gösterdi. Sazını elinden düşürmedi. Sözünü Türk dilinin güzelliğinden ayırmadı. Turan elinden nasıl göç etdi ise Oğuz töresinde şölen ayini nasıl açılırsa o da Ali er meydanını, muhabbet meydanını öyle açdı. Bektaşi meydanında bal, İran, kımız söndü. Balım Sultan sucu-şerab’e dedi. Kadın tesettür etmedi. Kızılbaş kadını tesettür yapmadığı için ona fahişe! isnad edildi.
Bu ne adi bir iftira idi. Bu iftira idi; müdafaa için söylemiyorum. Hakikat namına söylüyorum. Meydan-ı Ali’de dişi, erkek ayırdı yok. Hakikaten üryan semahlar var. Fekad meydan erkanında iffet, kefalet; müteselsile ile mevcud olduğunu harici meydan olanlar zannedemezdi.

Kadınlarını kafesler arkasında saklayan, serdarları perde arkasında korunan Bizans mukallidleri Osman Gazi çığırını çoktan bozmuştu.

İran ve Bizans fefşi korunur bir bela idi. Bu beladan korunmak için onu taklid etmek bir tabiye değildi. Fatihler mateessüf, bu tabiyeyi kullandı. Ulema-i rusum, bu hususta rüsaya dalkavukluk itmekde müzayedeye çıkdılar.
Artık Aleviler Türklüğünü… milletini… dilini kıblesselam töresini din halinde muhafaza iden Aleviler kah Celali, kah Celali, kah Zındık, kah Mülhid oldu.

Resmi devlet erkanı, Latin, Hırvat, Cermen, Irak, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Arnavud… ilh yetmişikibuçuk milletten türemişdi. Onlar, Türkün omuzunda Türkün kılıcında ekmek bulmuşlar ve yine onu tehkire özenmişlerdi. Osmanlı padişahları bu binbir çeşid sudu kandan türemişdi. Türklüğü tac ve tahtı seviyordu. Ecdadının kendilerine hazırladığı illerin hududlarını çizen Türk kemiklerini unutmuşlardı. O kemiklerin fosfor ile ışıldayan tacların elmasları, esirlerin gözleri şimdi o kana, o kemiğe nankör gözle bakıyordu.
Türkün dili, töresi alamet-i nadanı olmuşdu. O kadar asırlar ki artık zavallı Türk, kendi hakim ismini işitmekten ar ve haya duyuyordu.

Türk milletinin diktiği saraylar, şimdi onun esaret kaleleri olmuştu. Kuyucu Murad Paşa, Anadolu’da 1.000.000 Türkü kuyulara doldururken düşünmeğe mecbur değildi. Çünkü o, Türk değildi. Bugünkü Türk gibi dünkü, daha evvelki günkü Türk’te hürriyet ve istiklalin manasını biliyordu.
Çok aldanır o adamlar ki Türkün sükûnetini itaat ve hürmet telakki eder. Çok aldanır o adamlar ki Türkün zulme “eyvallah!” dediğini gönülden zan eder.

Türkün isyanı istiklali ani ve şehimdir. Ya hep ya hiçtir. İşte Türkün bu anı heyecanı idrak eden simalardır ki Türkü anlamıştır. Türk o zaman hem ala hem de ifila eder. Başka zaman ve şekillerde Türk azami kabiliyeti tazyike, vasi kudrette bir elastikiyete malik-i kuvvettir.

Onun aksi tesiri daima ve daima cihanşümul ve gayr-i mevziidir. İşte Türk bu anlarında kadir ve fatihtir. İşte Türk bu anlarını ölçen biçen insanlar elinde harikalar yaratır.

Celali İsyanları denilen ve asırlarca süren o kanlı hadiseler ispat ider ki ulviyet perdesi altına sığınan törecilerin, çürümüş saray devletine en az kudretleriyle isyanlarıdır. Anadolu baştan başa girdi ve içtima-i istiklalleri için çarpışan Türklerin kemikleri ile, kanları ile dolu bir tarladır.
Tarihe daima dikkat edelim:

Anadolu isyanları ve Asya huruçları daima din perdesi yasa=töre istiklalinin erdalidir.
Türk ve Turanlı, daima bu milli aşkın kokusu ile mest olmuş fakat daima onu rakipleri aldatmıştır.
Hulasa:
Anadolu Türk Alevilerinin Kızılbaş ve Bektaşilerin seciyelerini tetkik derken bunları Ali’ye ve İmamiyye’ye irca etmek sureti katiyetten doğru olamaz.
Müsait bir fasılda izah edileceği vechile, bu zümrenin ve erkan-ı tariki Oğuz töresinin, şaman Türk çadırının aynıdır ve gayri değildir.

Bunu bihakkın tetkik edebilmek için Türk ailesinin sureti teşkilini yakından tetkik etmek mecburiyeti vardır. Halbuki bu teşkili izah edecek vesikalar Baykal havalisinde yaşayan Buran ve Yakut Türklerinin çadır hayatını ve ailelerinin vazi ve tesisini tetkik itmekle mümkün olacakdır.
Bir şaman mabediyle bir Bektaşi tekkesinin sureti vücudu görülecek ki, aynı şey değildir. Bunu islamileştirmek için yirmidört töresi yerine bazen dört; bazen sekiz; bazen oniki; fakat hilafet meydanında yirmidört halife; Kırklar Meydanının yirmialtı can şeklinde istihaleler yapılmışdır. Yirmialtı can; oniki imam; ondört masum karşılığıdır. Fekad dikkat edilirse görülür ki bu iki ziyade Han ve Hatun yan karı-koca makamıdır. Bunun adı tam manasile karapost var ise makamı muntazardır!

Binaenaleyh Anadoluda’ki Alevi zümrelerini tedkik iderken şu veya bu mesleki felsefi veya mezhebi namına tahririyat yapmaktansa onları olduğu gibi kabul itmek daha asli ve daha muvaffakiyetli bir usul-i taharri olacakdır.
Onları bazen Mazdeki, bazen İştiraki efkar ile tekeyyid itmek isteyenler vardır. İhtimal, bu zamanda, bir yerde bu zikre sahib bir fikir güdülmüş olabilir. Fekad ne Bektaşilik, Kızılbaşlık o değildir. O, yalnız “milli ben”lik üzerine kurulmuş ve cidden muvaffak olmuş bir müessesedir.

İbn-i Batuta’yı hayretde bırakan Ahiler, Bizans’tan Altay, Ural yayvanlarına kadar uzanan, teşkilatı da ayni maksat ve ayni fütüvveti milliye’nin bekası namına cehdedilen bir varlıktır.

Mesela Hinde, İran-ı Cenubiye, Mısır’a, Afrika’ya; Vasati Avrupa’ya yayılan ırkımızda bu tebarüzler görülmez. Belki ekseriyetin kudretine ekalliyet mutlaka mahkûm olmuştur. Fakat oralarda da ferdi inkişaflar buluruz. Peşte’deki Gül Baba, Mısır’da Kaygusuz… ilah gibi. Velhasıl Bektaşilik bir mezhep değil ve olamazdı. Bektaşilik bir milli hars kaynağı olarak tesis itmiş, hâkim olmuş, mürit olmuş. Nihayet onu da Yavuz’un hatakar teşkilatına kurban olduktan sonra Kanuni Süleyman tarafından disiplini bozulan bir idare haline gelmiş görürüz. Bu bozgun Osmanlı tarihinde Vaka-i hayriyye’ye kadar devam edebilmiş; Türkün rehakeri olan bir ocağı kardeş katili etmiştir. Bunun sebebi de saray idi; yani gayri millilik’di.

Yorum Gönder

0 Yorumlar