Subscribe Us

header ads

1 | Tarihle Bir Bütün Olarak Yüzleşmeli

(Bugünden itibaren bir ay boyunca yayınlanacak olan yazılar, bir yıl önce Yeniçağ Gazetesi’nde Selcan Taşçı imzasıyla yayınlanan “Horasan’dan Anadolu’ya Bir Yol Hikayesi” isimli yazı dizisinin kopyasıdır. İçinde şahsi olarak katılmadığım bazı noktalar olmakla birlikte geneli itibariyle aydınlatıcı ve bir çok önyargıyı yıkacak nitelikte.
Tarihle bir bütün olarak yüzleşmeli
Asırlar içinden cımbızlanan anlara dayanarak “suçlar ve acılar” tarihi yazmadan önce, geçmişten günümüze taşıdığımız gelenek, görenek ve inanç izlerini takip edip, özümüze dönmeyi denesek nasıl olur?
Aleviler’in toplu ibadet biçimi olan “Cem” törenleri ve semah gösterileri milli kültür sembollerini yaşatıyor.
Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-it Türk’te, günümüzde  “il gider töre kalır”  biçiminde söylenen bir nasihatte bulunur:
Ülke terk edilir, ama töre terk edilmez!
11. yüzyılın henüz başlarında Kaşgar’da dünyaya gelen ve Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Tüklerin yaşadığı geniş coğrafyayı  “il” , “il” , dolaşan Kaşgarlı Mahmud’un tespitinin altını dolduran sosyolojik ve psikolojik olguların göçler, savaşlar, çatışma, ayaklanma ve kıyımlarla oluştuğu dikkate alınmalı. Alınmalı ki bu nasihatin,  “vatan” ın “kolay terk edilebilir” olduğuna değil,  “milletin”  gittiği yeri vatan yapabilme kabiliyetine işaret ettiği anlaşılabilsin.
Kültürün sürekliliği
Nevruz’da neden ateş üzerinden atladığımızı hiç düşündünüz mü?
Yakıcı alevlere doğru koşmaktan daha eğlenceli bir kutlama yöntemi bilmediğimiz için mi?
Mahalle arasında yakılan ateşten atlamak için beklerken, bunun Göktürkler’in ateşle  “kötü ruhları kovmak” geleneğinin bir devamı olabileceğini düşünmediniz kuşkusuz…
Lohusaların aile büyükleri tarafından adeta bir koruma kalkanı içine alınması,  “kırk çıkarma”  gibi adetleri yaşatanlardan kaçı, bunu Türk mitolojisinden  “esinlenerek”  yaptığını ve hepsinin kaynağının  “Umay” adlı bir  “tanrıça” veya  “dişi ruh”  olduğunun bilincindedir?
Toplumun, dini bütünüyle yaşadığını iddia eden kesimlerine mensup olanların bile ağaç dallarının şehirli versiyonu olan demir parmaklıklara bez bağlamasına, mumlar yakmasına ne demeli!..
Ya mezar ziyaretlerimiz?.. Mezarlarımız, camilerimizi örten  “kubbe” ler, minarelerimizin  “göğü deler”  hali…
Bütün bunlar, Türkler’in tam on asır önce kulaklarına küpe edilen o nasihatin gereğini yaparak yaşayageldiğinin küçük göstergeleri değil mi zaten?
Türklerin tarihe kaydedilmeye başlandığı ilk anlardan; açılan kurganlardan, bıraktığımız balballardan, inşa ettiğimiz yapıların kalıntılarından, buzullarla kaplanmış coğrafyalarda hiç hasar görmeden binlerce yıl sonraya ulaşmış halılardan, giysilerden; ne çok üslup, biçim, renk ve duygu taşımışız bugüne.
Çoğu kez böyle olduğunun kendimiz bile farkında değiliz. Ama yüzleştikçe anlıyoruz  “biz”  hâlâ  “biziz”  aslında.
Kendisini bir atın üstünde rüzgara karşı koşarken hayal edebilen; ona biçilen  “yok gibi”  olma rolünü bir türlü beceremeyen her Türk kızı Almıla işte; Börte, Gökçen… Ve egemenliğinin elinden alınmasına gelemeyen her erkek Boğaç, Arslan, Gökbörü…
Geçtiğimiz yollarda bıraktıklarımızla/eklediklerimizle sahip olduğumuz birikimi, öğrettikleri gibi değil bildiğimiz gibi yaşıyoruz şimdi Anadolu’da…
Halkı ulus yapan değerler
Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri adlı çalışmasında, tarih boyunca Türklerin, kendi elleriyle kurdukları devletlerde ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olarak hor görülüşlerini anlattıktan sonra  “Ne ilginçtir ve ilginç olduğu ölçüde de aydınlatıcıdır ki, bir halkı ulus yapan öğelerin belki de en başında gelen dili; Türkçe’yi yaşatarak bugünlere getirenler de o (horlanan) Türkmenlerdir”  diyor.
Emeviler’in Türk kıyımından ötürü üç asır boyunca  “direndikleri”  İslam’ı, Horasan’da sufi dervişlerden dinledikleri  “mistik”  yorumu temel alarak yaşamaya başlayan bu Türkmenler’in en belirgin özelliği eski inançlarını bütünüyle terk etmemeleri, sosyal yaşantılarıyla uyumlu Türkçe bir inanç sistemi inşa etmeleri ve Anadolu’ya  “naif”  bir kültür taşıyabilmiş olmalarıydı.
Hz. Ali yandaşlarının Arap saltanatçılığına karşı mücadelesiyle, Anadolu’ya gelen Türkmenler’in Arap-Fars sömürgeciliğine karşı direnişi arasında bir kader birliği oluşması kaçınılmazdı.
Tarihin bir devri alem olduğunu varsayarsak;
Bugün kendi elleriyle kurdukları devlette, horlanan, baskı ve zulme uğrayanların bir kere daha  “ulus olma değerleri”nin taşıyıcısı durumundaki Türkmenler olması tesadüf olabilir mi?
İzaha muhtaç açılım
Alevi açılımı,  “Aleviler dinsizdir”  diyen bir ideolojinin içinden gelen, daha üç yıl önce  “Ben niye Aleviler’in başbakanı olayım ki”  dediği iddia edilen, Aleviliği tanımlayamayan bir Diyanet sistemi oluşturan zihniyet tarafından gündeme getirilmiş olması kadar bu yönüyle de izaha muhtaç.
Açılım çerçevesinde yapılan ve önümüzdeki günlerde tek tek ele alacağımız yorumlar, iktidarın Alevi’leri  “üstesinden gelinmesi gereken bir sorun”  olarak ele aldığının mı, yoksa onları  “sorun”a dönüştürüp  “devletin üstesinden gelmeye” hazırlandığının mı göstergesi?
Aleviliğin tarihsel süreciyle eş zamanlı olarak üzerinde duracağımız diğer boyut işte bu tartışma olacak.
İktidara yakın veya destek yayın organlarının son yıllarda yoğun biçimde  “yeni devlet inşaası” propagandası yaptığı gözönünde bulundurulursa, kaygılarımızın  “paranoya” dan daha fazlasına denk geldiği anlaşılacak sanıyorum.
Sistemli kışkırtıcılık yapıyorlar
Hz. Ali’den yana olmayı süreç içinde maruz kaldıkları  “ötekileştirme”ye karşı bir siyasi/ ideolojik tavra dönüştüren Aleviler, Türkmen göçleriyle yerleştikleri Anadolu’da, başlarına geçenlerin kanlarındaki  “cevheri asli” den ne zaman şüpheye düştülerse toplumsal muhalefetin öncüsü oldular. Bunun bedelini de en ağır biçimiyle ödediler. Değişen iktidarların, değişmeyen ’gayrı Türk’ politikaları Alevilerin kabuklarına çekilmesine, gizlenmesine, içe dönük yaşamalarına neden oldu.
Cumhuriyetin ilanıyla kırılan o kabuğun altından çıkan  “naif”  kitle, kısa zamanda kimilerince  “oy deposu” , kimilerince  “bölücü terörize güç” haline getirilmek üzere kuşatıldı. Bu uğurda provokatif saldırılarla kanları döküldü, kimlikleri törpülendi.
Yine, siyasi iktidarın belirlediği  “İslami çizgi”nin dışına atıldılar. Yine  “yeni dinsel hassasiyetler”  yaratmak istemeyen  “din adamları”nca sansürlendiler.
Ve Aleviler bilendiler;
Ama  “devlet”e değil işlenen insanlık suçlarının faillerine, o faillerin meçhul kalmasına göz yuman iktidarlara…
Zor oyunu bozdu;
“Yeni Osmanlı”lar  “karşı düşünce” yle uzlaşma yoluna gitmeyi deniyorlar bu kez. Onları sahipsiz bırakıp, sahiplenilecek hale düşürmeye çalışıyorlar. Devlet ile aralarındaki ilişkiyi  “cellat-kurban” kalıbına sokmak için oya gibi işliyorlar zihinlerini. Şöyle bir “paçayı kurtarma ittikafı” na yönlendiriyorlar hanidir:
“Muhafazakarlar, Kürtler, solcular…”
Kapanmamış yaralarına tuz basarak tahrik etmeye çalışıyorlar:
“Hâlâ Alevi örgütlerinden önemli bir bölümü Ergenekon örgütüne karşı suskun…”
Yine mi bozamadık genetik kodlarını; teşhis hazır:
Stockholm Sendromu!
Rehin alındıkları, eziyet gördükleri, baskı altında tutuldukları yere karşı sempati, aşk hatta bağlılık duyan bir garip kitle… Hadi o zaman yatırın ameliyat masasına…
Bu ameliyatın “kanlı mı-kansız mı” veya daha az ürkütücü haliyle “narkoz verilerek mi, yoksa acıtarak mı” yapılacağını merakla bekleyenler var.
Alevi-Bektaşiler, önceki Türk devletleri gibi Cumhuriyet Türkiyesinin de ana damarı olduğuna göre, onlara kurulan bu kirli tezgahın bir kesim için hedefine ulaşmaması, diğer kesim için ise ulaşması hayati önem taşıyor.
Bunun idrakinde olmak için ilk yapılması gereken şey  “bilmek”, bilmiyorsak “öğrenmek”.
Allah ile kul arasına, devlet ile millet arasına giren korsan  “elçi”lerin yarattığı bilgi kirliliğinden  “arınmak”.
İşte bu diziyle bunu yapmaya çalışacağız. Hem Alevilik kavramını ve inanç sistemini, hem de kronolojik gelişimini inceleyeceğiz.
Yani aslında tam da bizden bekleneni yapıp, tarihimizle yüzleşeceğiz:
Vesile olan Aleviler olduğu için Tanrı Dağı’ndan değil Hira’dan başlayacağız meseleyi ele almaya...

Yorum Gönder

0 Yorumlar