Subscribe Us

header ads

8 | Hedefe Varana Kadar Türkmenler Baş Tacıydı

Hedefe varana kadar Türkmenler baş tacıydıOsmanlı, kurulurken en büyük desteği Türkmen teşkilatlarından aldı. ‘Gaziyân-ı Rûm’, ‘Ahiyân-ı Rûm’, ‘Abdalân-ı Rûm’ ve ‘Bâciyân-ı Rûm’ olarak anılan bu dört kurum Ahilik disiplini içinde hareket etti.
Osmanlı İmparatorluğu ile Aleviler arasında özellikle 15. yüzyılın sonlarından itibaren yaşananları anlamak için, ilk  “fetih”lerden itibaren “beylik”te oluşmaya başlayan yapısal değişikliklere bakmak, dönem Anadolu’sunun sosyal zeminini incelemek gerekiyor.
Tarih derslerinde öğrendiğimiz şekliyle Osmanlı Tarihi, “beylik”, “devlet” ve  “imparatorluk” olarak üç aşamada ele alınıyor. Oysa Osman Bey’den itibaren Bizans tekfurlarıyla kurulan temas, Rumeli ve Balkanlar’daki  “fetihler”le  “bir gecede Müslümanlaşan egemen hristiyan unsurların”, yine bir gecede Osmanlı’nın “egemenleri”ne dönüşmesi ve böylece ortaya konan  “Osmanlı” kimliği gösteriyor ki “Alp-Eren”lerin gücü ve “gaza” ruhuyla genişleyen Osmanlı,  devletleşmesini “imparatorluk anlayışı”na uygun tasarlamış. Yine bu çerçevede “hristiyan askerler”le büyüyen bir askeri gücün “cihat ordusu” olup olamayacağı sorusunu da gündeme getirmek gerekiyor.
Çok fonksiyonluydularBir kısmını saydığımız bütün olumsuzlukları aklımızın bir köşesinde tutarak kabul etmemiz gereken gerçek, Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıkışı ve kurumlarını oluşturmasında en önemli itici gücün Türkmenler olduğudur.
Aşıkpaşazade, Osmanlı’nın kuruluş döneminde, yani Fars siyasetinin etkisinde kalan Selçuklu’nun yıkılıp, Anadolu’nun dört bir yanında henüz Türkçe’den ve diğer kimlik değerlerinden vazgeçmemiş Türk beyliklerinin egemen olduğu günlerde, Türkmenlerin dört ana bünyede teşkilatlandığından bahseder:
“Gaziyân-ı Rûm” (Anadolu Gazileri),
“Ahiyân-ı Rûm” (Anadolu Ahileri),
“Abdalân-ı Rûm” (Anadolu Abdalları)
“Bâciyân-ı Rûm” (Anadolu Bacıları) .
Bugün üzerinde duracağımız Ahiyanı- Rum (Ahilik teşkilatı), Türkistan, Buhara, Semerkand, Taşkent, Merv gibi Türk şehirlerinden çıkıp, Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen Türkmenlere ait esnaf ve sanatkarlar birliği olarak doğup zamanla siyasi, dini, askeri fonksiyonlar üstlenir.
Alevi felsefesi sürdürüldüAhi Evren tarafından kurulan “Ahilik”, sözcük kökeni incelendiğinde; Türkçe’de “cömertlik”, Arapça’da ise “kardeşlik” anlamını verir.
“Horasan Erenleri” veya “Alperenler” dışında kurum Arapça yiğitlik anlamına gelen “Fütüvvet” olarak da anılır  ki, “futuvva”, Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye verdiği payeler arasındadır.
Ahiliğin Alevilerle kesiştiği bir diğer nokta da örgüte mensup olurken katedilen “yol”un, “insan-ı kamil”e erişirken geçilmesi gereken kapı ve makamları hatırlatmasıdır.
Buna göre Ahîlik örgütüne ilk defa giren birinin(feta), önce “Sıdk, sefâ, emanet, takvâ, kerem, mürüvvet, hayâ” sahibi olması beklenir.
Fetalıktan Ahiliğe yükselebilmek için de kişide “Cömertlik, ilim, helal kazanç, haya ve edep, dünyayı terk etmek…” gibi bir dizi erdem bulunmalıdır.
Mükemmel insan arayışıAsıl önemlisi de Ahî olan kişinin dört nesnesinin açık, üç nesnesinin de kapalı olması zorunluluğudur.
Buna göre bir “Ahi”nin;
1. Gönlü açık olmalı
2. Kapısı açık olmalı
3. Eli açık olmalı
4. Sofrası açık olmalıdır.
Ve yine bir “Ahi”nin;
1. Gözü kapalı olmalı
2. Dili kapalı olmalı
3. Şalvarı kapalı olmalıdır.
Görüldüğü gibi Hacı Bektaş-ı Veli’nin “Eline, diline, beline sahip olmak” olarak özetlediği felsefe Osmanlı’nın kuruluşunda, adeta “omurga” görevi gören Ahi teşkilatının da olmazsa olmazıdır.
Kurucusu Ahi EvrenBu fikirlerin Ahiliğin fonksiyonları haline dönüşmesini sağlayan kişi, Abbasî halifesi Nasır’ın damadı olan ve Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e “fütüvvet şalvarı”nı getiren heyette yer alan Ahi Evren’dir.
Ahilikte son mertebe olan “şeyh”lik, kişinin tasavvuf hayatıyla ilgili bütün süreçleri tamamlamasıyla elde edilebilir. Ahi şeyhleri yöntem ve misyon olarak Horasan’dan gelen sufi dervişlerden ayrılmazlar. Onlar da “yol gösterici”dirler.
Osman Gazi’nin kayınpederi de bilindiği gibi bir “Ahi Şeyhi”dir ve kuruluş döneminin “yol göstericisi” olmuştur.
Osman’ın kılıç kuşanmasıBirçok tarihi kaynak Osman Bey’e ilk kılıç kuşatan kişinin de Ahi Evren olduğu ve bu törenin Bektaşi geleneğine uygun biçimde yapıldığını yazar. Buna göre Osman Bey sözünde durmak, doğruluk, bağlılık, eline, beline, diline sahip olmak gibi kavli şartlarını yerine getirdikten sonra, Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye kılıç vermesine benzer biçimde kuşanmıştır kılıcını. Ve bu kılıcın da bir ucu doğu, diğer ucu batıyı gösteren “Zülfikar” olduğu bildirilir. “Kılıç kuşanmanın” son adımı “Fütüvvet geleneklerine göre şerbet içerek ahiliğe bağlanmak”tır ki bu da Anadolu’daki “kan kardeşliği” geleneğini hatırlatır.
Orhan Bey’in Yeniçeri Ocağı’nı Bektaşi Tekkesinin dualarıyla açması da kuruluştaki Türkmen etkisine örnek sayılır.
Gökyüzü vatanın çadırıAhiliğin Anadolu’da yayılması da tıpkı İslamiyet gibi sufi bir karakterde ve yine dervişler eliyle olmuştur.
Ömer Lütfü Barkan bu durumu şöyle yorumlar: ”… bazı delillere göre diyebiliriz ki, orta zaman hukukiyatına karşı yeni bir sosyal nizam ve adalet telakkisi taşıyan ve esrarengiz bir din propagandası şekline bürünen misyoner Türk dervişlerinin telkinatı ordularla birlikte ve hatta ordulardan evvel fütühata çıkmış ve karşı tarafı daha evvel manen fethetmiş bulunmaktadır.”
“… yarı Şamanî olan bu  dervişlerin uçlarda İslâm kültürünü ve gaza mefkûresini kuvvetlendirdikleri” konusunda büyük oranda görüş birliği sağlanmış durumdadır. Buradaki çelişki dervişlerin niyeti ile kurulmasına çalıştıkları devletin hedefi arasında olmalıdır. Osman Gazi’nin kuvvetlerine katılırken Türk’lerin “Gökyüzünü vatanının çadırı yapma” ülküsü ile İslâmiyetin “yeryüzünü secde yapmaya uygun duruma getirme ve zamana ezan sesiyle hâkim olma” anlayışı arasında bağ kurmuş olan Alperenler, “ata bin, batıya git, atın durduğu yerde in ve hemen hizmete başla” düsturunun gereği olarak Trakya-Balkanlar-Arnavutluk’ta olduğu gibi gittikleri her yerde hem “Türkçe”nin yayılması ve yaşatılmasını, hem de İslamiyet’in tebliğini yaptılar. Ancak kuruluştan kısa süre sonra daha I. Murat döneminde Ahîlerin “eli bayraklı, beli kuşaklı” kısmının faaliyetinin sona erdirilmesi, Fatih’ten sonra ise hiçbir fonksiyonu kalmayan bir esnaf teşkilatına dönüşmüş olması, Osmanlı’nın ilk günden itibaren Türk kimliğini değil, kozmopolit yapıyı temel alan bir sisteme yöneldiğinin göstergelerinden sadece biridir.
Fetihlerde dervişler kullanıldıİslami İlimler Araştırma Vakfı’nın 1997 yılında İstanbul’da düzenlediği “Türkiye’de Aleviler, Bektaşiler, Nusayriler” sempozyumuna katılan Irene Melikoff “Alevi-Bektaşiliğin Tarihi Kökenleri” başlığıyla sunduğu bildirinin Osmanlı dönemiyle ilgili kısmında şu görüşlere yer verdi:
“İlk sultanlar döneminde, Abdal Dervişler ve Osmanlılar arasında sıkı bağlar vardı.
Büyük zaferler döneminde, Osmanlı ordusunda derviş olan gaziler de vardı. Bu dervişler abdal olan ünvanlarına, gazi ünvanını eklemekten gurur duyarlardı. Böylece gazi olan Abdallar Trakya ve Balkanlar’ın fetihlerine iştirak etmişlerdir. Bunların arasında Abdal Musa, Geyikli Baba daha sonraları Gül Baba ve benzerlerini sayabiliriz.
Hacı Bektaş’ın şöhreti Osmanlılar arasında büyük olması gerekir. Çünkü Yeniçeri ordusu kurulduğu zaman, Yeniçeriler pir olarak niçin Hacı Bektaş’ı seçtiler.
Oruç’a göre Sultan Orhan’ın kardeşi Ali Paşa, meşayih yolunu tutmuş, derviş olmuştur. Kardeşine Yeniçeri ordusunun himayesi için Horasanlı Hacı Bektaş’ı tavsiye etmiştir. Bu himaye ancak manevi olabildi;çünkü Hacı Bektaş 1271 civarında vefat etmiştir. Bu Osmanlı sultanlarının Bektaşi tarikatına olan teveccühünü kanıtlamaktadır.
Ömer Lütfü Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri adlı ünlü makalesinde ilk Osmanlı sultanlarının dervişleri ilk fethedilen yerlerde nasıl kullandıklarını şöyle açıklamaktadır: Bu dervişlere fethedilen yerlerde toprak verildi. Dervişler yerleşik olmuş tekke ve zaviyeler kurmuşlardır. İslam dinini ve Türk medeniyetini buralara yaymışlardır. Bu yüzden Trakya ve Balkanlarda Bektaşilik tarikatı çok gelişti. Hacı Bektaş’ın ismi Rumeli’de derin izler bıraktı.
Kimi Jön Türkler Bektaşi oldukları için ülkenin aydınları ve ilericileri arasında yer almışlardır.”
Aynı sempozyumda Osmanlılar’ın Aleviler’i “bir inanç grubu” veya “bir millet” olarak görmediğini ileri süren Prof. İlber Ortaylı idare ile Aleviler arasındaki “soğukluğun” abartıldığını savunsa da, Osmanlı arşivlerinde “Aleviler”le ilgili bir çeşit yok saymanın gözlendiğini belirtmekten geri durmaz. Ortaylı’ya göre de “Alevilik esas itibarıyle Türk unsurlara has bir inançtır. Yani Türk Şamanizmi ile temel bağlantısı açıktır. Ancak bu tarihi bağın mahiyeti ve teferruatı, folklor ve din tarihi alanında başarılı bilimsel monogrofilerle aydınlatılamamıştır. Türk Şamanizmi konusundaki bilgi ve yorumlar henüz karanlıktadır.”

Yorum Gönder

0 Yorumlar